23 Kasım 2013 Cumartesi

Olmuyorsa olmasın be!

Çok açgözlüydüm. Düşünemedim sonrasını.

Öyle bir dönemden geçtim ve geçiyorum ki, etrafta erkek sinek görsem ondan bile hoşlanabilirdim. “Aşık olmak” fikrine kapılıp hep ondan bahsedip hep onu bekledim. Hatta bazen sırf “onla olur” diye tekrar aynı kişilere döndürdüm kalbimi. Bu ise sadece ilişkilerime, onlarla olan arkadaşlıklarımı bozmaya yardımcı oldu. Şimdi ise geçen gece olanlardan ders alıp aklımı değiştirdim. 

Geçen gece daha 5 dakika öncesinde “Allah bana vermişte, alanım yok” diye kıvranırken, 5 dakika sonrasında omzumda aşk acısından ve anılarından ağlayan bir kız vardı. Ne kadar onu mutlu etmeye çalışsak da o kızın acılarını kimse dindiremeyecekti. Ona o acıyı verende ve yine o acıyı dindirende aynı kişi olacaktı. Aşık olduğu çocuk.

Hayatlarında insanlar bir sürü sorun yaşarken ben pembe dünyamdan “Allahım niye beni seven yok?” derdim. Sanki cevabını almış gibi hissediyorum. Sen o aşk acısına katlanabileceğini mi sanıyorsun?

O kız tanıdığım en güçlü kız olacak çünkü gururla ağlayacak, ama o kız yavaşçana acısını kalbinden silecek, hayatına devam edecek. Peki ben olsaydım onun yerinde ? Ben kendimde o gücü bulamıyorum. O yüzden şu anımla mutluyum hayatımı daha karmaşıklaştırmanın anlamı yok.


23 Kasım 2013 

30 Ekim 2013 Çarşamba

5 harf

Güven.
5 harfli, dile kolay, ruha zor olan bir kelime.
Söylemesi kolay, inanması zor olan bir sözcük.
Herkesi bir sokağın  köşesinde yakalayan, yakaladı mı bırakmayan ve hepimizin gerçeği. Birine güvenmemiz gerekiyor.

Bana göre iki insan tipi var; güvenenler ve güvenmeyenler.
Güvenenler demek doğru olamayabilir bazen, çoğunlukla güvenenler saftır. Saf olduğundan, herkesi kendi gibi iyi sandığından hemen güvenir, ağzındaki güzel kuşu salar pis kokulu havaya. Sonrasın da  o kuşu tutabilene ne ala...

Hemen güvenmeyenler ise biraz daha realist, ilerisini düşünenlerdir. Onlar sırlarını güvende tutmuş olabilirler ama güvenecek birini bulana dek, kendileri ağızlarındaki kuş kadar hapislerdir. Hayvanın doğasında vardır konuşmak, derdini anlatmak. İnsan oğlu hayvan değilse elbet sussun ahrete kadar lakin hayvanların en önünde koştuğumuza göre, bizim de hakkımız, ihtiyacımızdır içimizi dökmek.

İçini döken, döktüğüne yanar; içinde tutan, tuttuğuna…

Bu biraz giriş gibi oldu. Güven yazdım klavyeye bunlar geçti aklımdan, bende yazık olmasın diye yazdım hemen. Ama aslında bahsedeceğim güvenemeyişimiz değildi. Güvenilen kişi olanın duygusuydu, en azından benim duygumdu.

Birisi var ki bana güvenmiş, sırrını vermiş. Bende onun sırrına kendi gözüm gibi bakıyorum, iyi ki kendi sırrım gibi bakmıyorum yoksa herkes öğrenmişti maazallah!
Kendi sırrını gönlünde tek başına tutmazsan ah eden, zararını gören tek kişi sen olursun. Pişman olursun elbet ama kendini dövecek halinde olmaz. Belki günün birinde akıllanırsın. Lakin, başkasının verdiği sırrı tutmaz isen hem kendin, hem de sana güvenen yanar. Bir insanın güvendiği kapıyı yakmış olursun. Güven öyle zor bir şeydir ki, bir kere yıkılırsa kapı duvar; çok zor olur harabeyi tekrar geri eve döndürmek.

Bence zorluklarından bahsetmek yerine güzel yanından bahsedeyim; birisi gitmiş sana güvenmiş. Hele bir de zor güvenen bir insan, bir arkadaş. O sana güvendi ise ya saflığından, ya aptallığından ya da harbi sana güvendiğindendir. O sana güven duyuyorsa eğer anla ki günün birinde seninde bir evin var güvenebileceğin, kapısını çalıp içine sığınabileceğin…

 30.ekim.2013


9 Ekim 2013 Çarşamba

Hadi gene iyisin...

SEN KİMSİN LOV? DERDİNİ ANLAT LOV?

Beraber ergenliğe girdik, beraber sivilcelerimiz çıktı. 
(NE KADAR ROMANTİK BİR BAŞLANGIÇ)

 İlk çıkmalar, hoşlanmalar ve tabiki ilk dedikodular, ilk dostluklar...
Bir sürü şeyi beraber öğrendik, ilklerimiz hikayelerinde hep yanımdaydın. Dostluğu senle öğrendim, sır tutmayı senden öğrendim, üzülmeyi, sevmeyi senden öğrendim. Sen benim Balık en yakınımdın.

Bir Balığa yüzde kaç olasılıkta bir tane Balık dost verilir ki? Belki aynı burç oluşumuzdan beni hep çok iyi anladın. Belki farklı annelerden doğduk ama kardeşim kadar yakındın. Hani bir söz vardır ya;" Arkadaşlar Tanrının vermeyi unuttuğu kardeşlerdir." diye. O söz işte benim için sendin. Sen ve bir kaç kişi daha hayatımda bana zaman zaman dost, zaman zaman düşman ama çoğunlukla kardeş oldunuz. Bunun için ne kadar teşekkür etsem az kalır ve ne kadar gülümsesem de mutluluğumu belli edemem. İkimizde farkındayız ki ayrıldığımız zaman hayatlarımızda boşluklar oluşuyor. Hemde yeri doldurulamayan boşluklar. Belki de yeri hiçbir zaman doldurulamayacak boşluklar...

Seni aşırı aşırı seviyorum "love you love" ım. Her zaman benim yanım da ol. Hep beraber olalım ve her cuma sıkılmadan yatıp film izlediğim insan ol. 6 yıldır tanışıyoruz ve 5 yıldır 3 aylık bir zaman dışında BFF veya LOV uz. Birine bu kadar bağlanmanın kötü yanları olsa da iyi yanları ve senin evini ikinci evim gibi görüşüm kesinlikle vazgeçilmez. Yoksa bir gün kardan yolda kaldığımda kimin evine gelicektim?  Sen benim en önemlimsin, Hadi gene iyisin...    

Esrama...kalpçik kalpçik (benden yazı istemiştin tatlım bende içimdekileri döktüm bloğuma)


25 Eylül 2013 Çarşamba

Ne şiir, ne de bir yazı... Sadece içimi döküş benimki.

Hiç kimseye bu kadar bağlanmamıştım, ona bağlandığım kadar. Ve hiç bir zaman kaybetmekten bu kadar korkmamıştım...

Çünkü bir kere kaybetmeyi öğrendiğinde anlıyorsun bunun kuru bir üzüntü olmadığını. Anlıyorsun ki en yakın arkadaşını kaybetmek yüreğine koyuyor. Arkadaşsız kalmak, ağlayacağın bir omuz bulamamak, eskiden sırtını yasladığın kişiye karşı göğüs germek insanı zorluyor. Yıkılan bir duvarın altında kalmak kadar acı veriyor. Bes belli koyuyor...

 Hemde öyle bir koyuyor ki, üstünden 6-7 ay geçse bile sen hala, her gece onun acısını hatırlıyorsun...
Unutamıyorsun. Hatta bazen bir kaç damla düşüyor gözlerinden o günlerin anısına.

Beni bıraktığı günkü acı, o içimdeki kalbin yanışı, sızlayışı hala orada.
Hala o yanan kalp yavaş yavaş çıtırdıyor ateşin gücüyle, bazen se geçmiş rüzgarları yelleyip güçlendiriyor, alev alıyor. Ne kadar gözyaşı döksem de içimdeki yangın dinmiyor.

Onu ne kadar sevsem de geçmişi unutturamıyor sevgim.
Onu affettim desemde gün gelip yine önüme çıkacak yaşananlar diye korkuyorum.

Bir gün gelecek,
Mesajlarıma cevap gelmeyecek,
Yüzüme bakmayacak,
Nesquikimi bile almayacak,
Hatta yine arkamdan ettiği lafları duyacağım diye,
KORKUYORUM.
 Maalesef korkunun ecele faydası yok...  FU

23 Eylül 2013 Pazartesi

Gözü Kanlı, Ağzı Ballı...

                           

Bazı insanlar iki yüzlü doğar,
kendileri de bilmez hangi yüzleri gerçek, hangisi sahte.

Yakınına yaklaştıkça görüntüleri flulaşır,

Senin de kafan karışır...

Bilemezsin doğru mu dedikleri, yalan mı?

İyi kalpliler iyi yüzünü seçer, cefasını da çeker.

Sadece uzaktan baktığında bilirsin gerçeği,

Yakınlaştıkça seni de çeker yalanlarının güzelliği...

Bir gün uyandım sanarsın uyurken,

Rüyayı gerçeğin sandırır kabuslara uyanırken...

Dünyada tonlarca var onlardan,

Ağızlarından bal, gözlerinden kan akar,
Kalpleri ise kinle taşar...

Oysa ki, o da uyur kendi yalanlarıyla,
Aslında korkar uyanmaya,
Kurduğu dünyanın  yıkılmasına...

Yalancısın doğuştan, 

İki yüzlüsün hayatının sonuna kadar.
Ve huzursuzsun susana kadar....






10 Haziran 2013 Pazartesi

Şey ben senden...

                                     "Heart On Fire"

I'm falling in,
I'm falling down,

I wanna begin,
But I don't know how,

To let you know,
How I'm feeling,

I'm high on hope,
I'm really

And I won't let you go,
Now you know,
I've been crazy for you all this time,
I've kept it close,
Always hoping,
With a heart on fire
A heart on fire



Bu aralar herhalde en sevdiğim şarkı bu. Özlemini çok çekip de yeni bulmuş olmamdan mı yoksa bu şarkı beni ve hislerimi açıkladığından mı bilmem ama “Im falling in…” kısmından sonra bende ki bütün bağlantılar kopuyor. Yani şarkının başından sonuna kadar gülümsüyorum ve gözlerimi kapatıp hayallere dalıyorum. Bir gıdımcık da olsa olmayan gerçeklerim, hayallerim bana umut veriyor, ucundan bir mutluluk katıyor gülümsememe.

Bu şarkıyı ilk, bana seni hatırlatan filmde duymuştum. Eğer aramızda bir aşk hikayesi olsaydı “OHA BİZİZ BU, BİZİ ANLATIYOR YAAA” diyeceğim filmde… Olsun aramızda hiçbir zaman istediklerim olmasa da yine seni hatırlatacak bana bu nameler ve film sahneleri.

Sanırım bana en çok koyan ne biliyor musun? Bunların gerçekleşme potansiyeli varken işleri kendi kendime bok etmiş oluşum. Ve bir daha işlerin istediğim gibi yürümeyeceği. Ve sanki artık senden bunu istemeye hakkım yokmuş gibi geliyor. Çünkü senden karşılık bulamayacağımı TC KİMLİK NO ‘m kadar iyi biliyorum(Emin ol eokula girmekten ezberden tersini bile söyleyebilirim). 
Peki benim için bundan sonrası ne olacak? 
Ben hep senden platonik hoşlanacak mıyım? 
Sen gülerken gülecek ama sen gittikten sonra senin hayalini mi kuracağım?

Seni yanımdayken bile özleyecek miyim??

Bazen sen karşımda dururken bile gözlerimi kapayıp hayalinle yaşamak o kadar güzel geliyor ki insana bir bilsen… İnsanlar, beni düşünenler, dostlarım iyi miyim diye bakıyorlar sessiz oluşuma. Bu kadar sessiz olmama bir anlam veremediler, üzgün olduğumu sandılar, sende öyle. Ama nasıl derim ki; “hayal kuruyordum, ben mutluyum aslında ve bu arada ben senden hoşlanıyorum.sss“

Tek bildiğim ise, ne olursa olsun, neyin olursam olayım, yanında olacağım. (BURADAN GEOMETRİ BÜTÜNLEMEME SELAMLAR, OY NE KADAR TATLISIN SENL) 10.06.13 pazartesi



Mızmız

“Varlıktan yokluk doğar” Cümlesi kadar benim halimi açıklayan başka bir cümle yok.
Bu cümleyi ise en çok “giyecek hiçbir şeyim yok!!!??!!”  dediğim zaman hatırlıyorum, hani içinden kıyafet taşan dolaba bakarken…

Dünya ortalamasına göre zengin sayıldığım, ihtiyacım olan her şeye sahip olduğum halde, ben, hala başka ihtiyaçlar üretiyorum, önüme gelen yemeklere mırın kırın ediyorum ve mutsuzluğumu belirtiyorum. Ben bunları yaparken, 7/24 tam anlamıyla şımarık olurken hep aklıma şu cümle geliyor; “Biraz nankörce davranmıyor musun?”. Ne kadar dışarıdan nankör, şımarık gözüksem de içimden o kadar çok düşünüyorum ki, o mutsuzluk cümlelerini söylerken. İçimden hep şunlar geçiyor; “senin bunları söylemeye hakkın yok, ya dünyanın geri kalanı, Afrika kıtası ne yapsın?”. Aslında Afrika kıtasına kadar gitmeye bile gerek yok. Aynı havayı soluduğumuz bu İstanbul da bile o kadar çok çocuk var ki benden daha zor durumlarda yaşayan. Benden daha zor durumlarda yaşayan ama gülen. Benden daha zor durumlarda yaşayan ama şikayet etmeyen, ailesine yardım etmeye çalışan…

Varlıktan yokluk doğar ise bence tam anlamıyla şu; ne zaman her şeye sahipsen, o zaman doyamazsın.  Ne zaman önünde kocaman bir ziyafet sofrası varsa o zaman aç gözlülük yaparsın. Önünde olan her şeyi yersin, yersin ve doymazsın. Aslında karnın o kadar çok doymuştur ki bir ısırık daha yesen kusacaksındır ama gözün doymaz. Bunun sonucunda ise karnını okşar ve bütün gece hazımsızlık çekersin. Ama masada sadece ekmek olduğu zaman öyle mi? Daha hiç öyle bir an yaşamadım şükürler olsun ama eminim ki birazcık ekmek bile o ekmeğin bulunamadığı günleri düşündürerek karnını doyurur.

 Ne zaman elimizde bütün imkanlar olduğunda daha fazlasını isteriz ve daha mutlu olacağımıza mutluluğumuz azalır. Halbuki, hiç bir şeyi olmayan insanlar, daha azıyla yetinen insanlar. Tamam büyük bir genelleme olacak belki ama ben kesinlikle benim kadar mırın kırın eden çocuklar olduğunu düşünmüyorum. Ben sınav haftalarında  halden hale girerken onların daha çok çabaladığını düşünüyorum. Ve bu ne kadar durumumu değiştirmesem de içten içe çok üzüyor. Kendimi ve mutsuzluklarımı, durgunluğumu düşündüğüm kadar düşünmesem de kafamdan geçmiyor değil.

 Yokluktan varlık doğar elbet. O küçük varlıklarla büyük mutluluklar yaşayanlar, kağıttan yelkenlisiyle deryalara açılanlar mevcut değil mi hala? 

22.04.13 (Annemin pırasa yemediğim için laf ettiği bir akşam)


Oyuncu

Yaratılıştan ötürü olsa gerek, beynimiz her şeyi algılayamıyor. Bazıları hiç önemsemiyor onlara da “tahtası eksik” diyoruz ya işte…

Oldum olası kafama takılmış sorular var o boş olduğunu düşündüğüm kafatasımın içinde. Belki de bunları düşünmeye çok erken başlamış ta olabilirim. Şu kadarcık ömrümde ise en çok anlamadığım, hep yarıda bıraktığım konu ise sadece kader. Kader. 5 harfli, bizim gelecek, geçmiş ve şimdiki zamanımızı kapsayan, yapacaklarımızın hatta yaşayacaklarımızın daha önceden yazılmış olduğunu belli eden kavram. Sözlükte ki anlamı bu olmayabilir belki, ama benim için tek anlamı bu. Kader nedir ya?

Ne biçim bir güç her şeyi ayarlamış olabilir? Eğer ayarlanmış ise olacak her şey, neden yaşıyoruz ki? Ve eğer hiçbir şeyin bir planı yoksa eğer, hiçbir şeyin bir getirisi, hayrı yok ise, neden bu kadar kötülük var hayatımızda, eğer cezalarını çekmeyecek ise bu kötüler?

Bu konuyla alakalı olan her düşüncem yanında küçük bir soru işareti ve üç nokta ile sonlanıyor. Böyle sonlanmak zorundalar belki çünkü içinin boş olduğunu düşündüğüm, yaklaşık 8 kg ağırlığına gelen bu kafamda taşıdığım beynim bunu kavrayamıyor. Her bu konuyu düşündüğümde, derinlere inmeye, kara sulara dalmaya başladığım an da, beynim, 404 NOT FOUND ERROR veriyor belki de.

Peki değiştirebilir miyiz sizce alın yazımızı? Çıkmayan mürekkeple yazılmış bir yazı nasıl değiştirilir? Hayatı karalayıp daha çok çıkmaza sokarak mı? Cevap bu olmasa gerek, belki de bir “tipex”e ihtiyacımız var bütün kaderimizi silecek olan. Ya da biz elimizle kazıyacağız o mürekkepli yazıları kalbimizin duvarlarından. Azim, inanç, umut, bunlar belki de bize güç, kuvvet verecek duvarları sökmemizde.

Bunlar la beraber hayatının gidişatını değiştirmiş insanlar, kaderini güldürmüş, şeytanın bacağını kırmış onca oyuncu. Ya bu da onların kaderiyse?


Ya oyunu değiştirmek de bizim kaderimizse?   30.03.13 cumartesi 

24 Mayıs 2013 Cuma

Memeyaaa


Yine düştüm yazma yollarına…
Yine aynı istek tabi ki; içimdekileri dökmek.

Konuşmak, garip sesler çıkarmak yeterli olmayınca yazmaya başlıyorum galiba. Bir farklı oluyor sanki yaşadıklarım yazıya geçince. Neyse yine uzattık,  yazalım bari?
Onu ne kadar çok sevdiğimi tekrardan fark etme yolları…. Dırırırıırırırırırırım

Onu sevgilinmiş gibi diğerlerinden kıskanmak, hatta ona sinirlenmek ama hiçbir şey diyememek . onu tekrardan kaybetmeyi göze alamamak . Bu kişi kod adı “meme”.

Meme benim en yakın arkadaşım galiba, yada his olarak şu an bana buğday tanem kadar yakın. Memeyi bir kere kaybettim ve şu an cicim aylarını yaşıyoruz gibi. Onun ne kaybolmasını istiyorum ne de takıldığı diğer kişilere benzemesini… Bunun için ise ne yapacağım hakkında hiçbir şey bilmiyorum.

Her dakika onu hatırlamak için ondan manevi değeri olan objeleri yanımda taşıyorum (ki kırdım yanlışlıkla…. L ) . Bu sayede her zaman onu hatırlıyorum.  Her bileğime bileklik yaptığım kolyesine baktığımda, ilk, güzel hülyalara, güzel anılara dalıyorum sonra ise “diğer” yaşadıklarımızı hatırlıyorum. O “diğer” kısmına gelene kadar yüzümde oluşan gülümseme bir anda göz yaşı oluyor, düşüyor yastığıma, geometri kitabıma…
Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum. Eğer her hatırladığımda yaram kabuk bağlayacak ise iyi ama her zaman ona bu konu hakkında 10 kez soracak isem, İŞİMİZ VAR KANKA*-*
24-25.05.13   

Küçük masal kitabın

*
Fark ettim de bazen insanları görmemek, sanki orda değillermiş gibi davranmak kendini daha iyi hissettiriyor. Evet, belki sorunlardan kaçış yolu, belki çözüm değil ama kendini rahatlatıyorsun. Ve seni daha iyi hissettiriyor. Bunun asıl sebebi o insanların zaten hayatında olmaması gerektiği. O insanlarla hiçbir zaman tanışmayıp yakınına sokmaman gerektiği. Onlarsız küçük peri masalının daha iyi devam edeceği gerçeği. Veya onlarsız rüyadan bu kadar erken kalkmayacağının, mışıl, mışıl uyumaya devam edeceğinin işareti.

Onları görmek istemiyorsun çünkü sen onları kendi dünyanda sildin. Artık öyle karakterler yer almıyor senin küçük masal kitabında. Bu yüzden de onlar dünyadan da silinmiş gibi davranmak istiyorsun. Onların gerçekte var olduğunu görmek seni sinir ediyor yada sadece huzursuz ediyor. Çünkü onlar masal kitabında sadece sorun çıkartan ama hikayenin sonunda yanarak ölmüş mezara gömülmüş kişilikler.

Sabah kalkıp onları gördüğün zaman, sadece rüyanda öldüklerini fark edince, hala sana sorun çıkarabilecek cadılar oluyorlar. Tek farkları sopalarını evde bırakmışlar bu sefer. 12.03.13 salı






19 Nisan 2013 Cuma

Düşündüm de;

Düşündüm yaşanılanları

Hırsız insanların
Etrafı patlatıp, zararını ödemeyenlerin
Var mı acaba hesap günleri?

Yalan söyleyip de işten paçayı kıvıranların
İnsanları arkadan bıçaklayanların
Haksızlıkların
Var mı acaba cezaları?

Fakirliğe sebep olanların
Ülkeleri batıranların
Kalbimi kıranların
Var mı acaba çekecekleri?

15 Nisan 2013 Pazartesi

Tutsana Ellerimi


Tutsana ellerimi, ellerimi, görmüyor musun? 4.Mart.2013

Bazen bazı kavramlara ihtiyaç duyduğunu hissedersin. O bazen bir sevgili olur seni sarıp sarmalayacak bazen ise bir “en yakın arkadaş” olur elinden tutacak. Bana şu anda dinlediğim her aşk şarkısı, dost ihtiyacımı hatırlatıyor, o yüzden de eve geldiğim anda açıyorum şarkılarımı yatana kadar da bağırarak söylüyorum. Bu yetiyor mu peki?

Hayır, maalesef yetmiyor. Yeni bir dost peki? Onu da istemiyorum. Tabi ki de olacak ama yeni dost eskisinin yerini kapatabilecek mi? Hayır kapatamaz, aynı boşluğu farklı parçalarla kapatamaz kalbim, buna alışamaz. Galiba ben onu özlüyorum. Ben onu silmiştim ama ne zaman onunla konuşsam ona sarılmak yine onunla olmak istiyorum. Ya bir daha öyle olmamamız gerekiyorsa eğer? Ya kalbimde hep o boşluk boş kalacak ise?

Olsun ben onu içimde yaşatacağım hep, hep ondan bahsedip güzel hatırlayacağım onu. İçimden ne kadar Hümeyra’nın bu eski şarkısını söylesem de, ne kadar gelip bana sarılmasını, elimden tutmasını istesem de bende ne bunu söyleyecek cesaret var ne de duyacağım cevaba üzülmeyecek bir kalp. 
“P sonsuz M



3 Nisan 2013 Çarşamba

Piyonlarını gard al



Arkasından gizli örgüt kursam herkes yanımda olur ama her gün herkes yine de gülümsüyor, seviyor gibi davranıyor. Bu yaptığımız ne peki? Hem yüzüne gülüp hem sevmemek? Belki de hepimiz istiyoruz ondan kurtulmak, nefretimizi kusmak, gerçekleri söylemek ama arkamızda olanlardan emin olamıyoruz. Emin olamıyoruz destek almak için arkamıza baktığımızda karşımızda bulmayacağımıza…

Ben artık nefretimi kusmaya hazırdım nede olsa arkamda kaybedecek ne bir arkadaşım ne de bir örgütüm vardı. Kimsem yoktu. Ama artık gerek duymamıştım. Çünkü anlamıştım ki, anladım ki kimse onu sevmiyor! O sevilmiyor! Asıl psikopat manyağın teki o! O sevilmezken istediği kadar etrafta göbek atsın, kahkaha atsın isterse fink atsın. UMRUMDA DEĞİLDİ. Ben yanımda duranlara sahipken onun yanındakiler umurumda bile olmaz artık, isterse Monako prensi olsun yanında isterse İngiltere prensi. Harry’nin kendi kaybı onun tarafında olmaktı. Oysa ki benim yanımda o kadar çok arkadaşım vardı ki, onun sa sadece oynatacağı piyonları…   

Ama isterim ki o piyonları nasiplerini alsınlar, bir gün oyunun nasıl döndüğünü, stratejisini, nasıl kullanıldıklarını, arkadaşım dediğinin kim olduğunu, daha kaç piyonu oyun dışı bıraktığını anlasınlar. Satrançta Şah ile piyon aynı değere sahip değildir. Kendini şah, vezir sanan o oyuncunun yanında piyondan, atılıp verilecek bir taştan öte olmadıklarını anlasınlar.

Hayata satranç gibi bakan kişi, piyonlara değer vermeyebilir ama insanlara değer vermeyi öğrenecek elbet. Belki benden öncekiler öğretmedi. Belki bende öğretemeyeceğim ama bir gün karşısına öyle biri çıkacak ki hiçbir planı onu üstün tutamayacak. İstediği kadar insan kandırsın ya da yanında gülen bir sürü piyonu olsun. Kalbini açıp ta dürüst olmadığı sürece, insanlara değer vermeyip onlara komplolar kurduğu sürece hiçbir oyun kazanamayacak… 
26.02.13 salı

28 Mart 2013 Perşembe

"Dostum"



En çok ihtiyacım olduğu anda neredesin “Dostum”? Saklambaç mı oynuyoruz şimdi de? Birazdan dolaptan fırlayıp üstüme atlayacak mısın? Eğer öyleyse beeeş dörrrt üç iki bir önüm arkam solum sağım sobe? Yoksun hiçbir yerde? Yoksa kalbimin derinliklerine mi saklandın? Baktım orada da değilsin…

Seni bulamayacağımı anladım sonunda. Yavaşça, gün geçtikçe kafama bunu yazdım. Tek sorun; kalbime bunu nasıl kabul ettireceğimiz. Oturduk bir yere düşündük fındık kadar beynimle. Kafa yorduk, fındık kadar beynim de yandı bu durumda. Anlayacağın kelimenin tam anlamıyla aptal oldum. Beni aptal ettin.
Her duamda “dostlarım” yanımda olsun derdim, bazı dualar kabul olmazmış… Sensiz peki nasıl yapacağım ben diyorum. Bu aptal halinle nasıl yaşayacaksın? Kimin evine gidip kendi evinmiş gibi yatıp sıçacaksın? Kimle film izleyeceksin sabahlara kadar? Peki kime vereceksin kalbini?

Sonuncusu dışında her soruya cevap olacak bir sürü arkadaşım var iyi ki, beni yalnız bırakmadın anlayacağın… Sonuncu soru ise, elbet onun cevabı olanda bir sürü meleğim var yanımda gezen ama seni neden kaybettim? Kalbimden koparıp verdiğim parça… Hala ellerinde mi o, ısınıyor mu, mutlu mu?  Artık geri dönmeyeceğini biliyorum. Belkide bir daha hiç görüşmeyeceğimizi ama sen o parçaya iyi bak. Benden nefret edip de o parçayı üzme, dayanamaz. Sen beni hayatında istemesen de o parçaya bakıp iyi günlerimizi, güldüğümüz anları hatırla. Çünkü ben ne olmuş olursa olsun kalbimdeki o boşluğa bakıp gülüp eğlendiğimiz, hiçbir zaman ayrılmayacak gibi sarıldığımız anlarımızı hatırlayacağım…

Kendine iyi bak “dostum”, sakın ha üzülme bu hayatta, zaten üzülmeyeceğini söylemiştin ama olsun.
15.02.13 Cuma

25 Mart 2013 Pazartesi

Pişman mısın sen de?



Diğer yazıma da “hata” ile başlamıştım çünkü onu anlatmak istiyordum. Fakat içimde birikmiş, yazılması gereken o kadar çok cümle, konu var ki ben bıraktım düşünmeyi parmaklarım oynadı. Kelimeler kendi kendilerine döküldüler parmaklarımdan. Ve bu yüzden hata ile alakalı yazacaklarımı bitiremedim.

Demiştim ki bir sürü hata yaptım. Ve yine demiştim ki en büyük hatam güvenmekti. Ben şunu biliyorum artık, güvenmek dışında yaptığım hatalar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ben onlardan pişman olamayacağım. Çünkü hayatta evet, hatalardan ders çıkarmak gerekir ama “hayatın boyunca hatalarından pişman ol, kendini süründür” denmez. Ben hatalarımı seviyorum çünkü onları severek yapmış olduğumu, beni mutlu etmiş olduklarını biliyorum ama güvenmek. İnsanlara çabuk güvenip yanlış kişilere, dost dediğim kişilere, herkese boş boğazlık yapıp hatalarımı söylemem.

İşte bu hep pişman olacağım hata. Kimseden tamamen asla ve asla nefret edemem eğer onla beraber güldüysem, onla bir şeyler paylaştıysam. Çünkü beni mutlu etmiş her insanın benim için bir değeri vardır kalbimde, sonrasında beni ne kadar süründüreceklerini öğrenecek olsam da… Ama güvenip anlatma hatam, ondan hep nefret edeceğim. Kimseyle tanıştığıma küfretmem o kişiye güvenip anlattığım onca şeye küfrettiğim kadar.
Bu yüzden de bir hatam dışında her hatamı severim, ne kadar onların öğrenilmesinden korksam da onlardan pişman olamam, yalan söyleyemem “ondan pişmanım” diye.

Biz insanız. Hepimiz hata yaparız, bazen yapmayı sevdiğimiz bazen ise pişman olacağımız. Ve biz yaptığımız hatadan değil de o hata yüzünden alacağımız etiketten, lakaptan korkarız. Çünkü bazen yaptığın hataların duyulması demek adının karalanıp üstüne “sürtük” veya “şeytan” vesaire yazılması demektir. İnsanlara “falancayı tanıyor musun?” dediğimizde “A evet şunları yapmış olan dimi?” diye hatırlanmaktan korkuyoruz biz. Biz önceden ya da her zaman ne kadar melek gibi oluşumuzdan bahsedilirken bir anda başka lakaplar yemeye ve eski halimizin tamamen hafızalardan silinmesinden korkuyoruz.

Hatta bazen o kadar çok korkuyoruz ki savunmasız kalıyoruz. Bir çatışma içinde sırf etiket yemeyelim diye bağrımıza taş basıp her “şuna cevabını ver” dendiğinde cıklıyoruz. Hatamızı sevsek de çevremiz sevmediği için onu saklamak, gizli kasalara atmak isteriz. Ben de diyorum ki keşke gizli kasalarla yetinip anlatmasaydım ağzı olan varlıklara da, hatalarımla mutlu, mutlu yaşasaydım…  

Koruyucu meleklerim



Biz insanız. Hepimiz hatalar yaparız. Ne kadar, yapılan hatalara göre insanlara etiketler taksak ta, kendimiz de hata yapıp o duruma düşene kadar bu gerçeği kabullenemeyiz.

Ben hatalar yaptım. İstersen sınavda yanlış şıkı işaretleme olsun, istersen de büyük insanı utanç derecesine düşürecek hatalar olsun. Yanlışlarım oldu, yapmayı sevdiğim, yine olsa yine yapacağım. Ama en büyük hatam yine aptallığım oldu. Tek pişman olacağım hata da yine aptallığım olacak. Hayır spastik değilim aptallık derken ondan bahsetmiyorum. En büyük aptallığım insanlara çok çabuk güvenmem. Bu istersen 1 yıl olsun ki hiç kısa bir süre değil ama yeterli olmaz, istersen de 4 sene olsun birinin eline kalbini verip güvenmek için yine yeterli değil.

Peki, o süre nedir? Ne kadardır? Garanti belgesi imzalatıp 10 yılda anlaşalım mı karşı tarafla? Bana göre ne kadar zaman geçse de onun gözünden anlaman gerekir güvenip, güvenemeyeceğini. Gözünden, sana bakışından, samimiyetinden… 
Ama bazen bunlarda yetmez, eğer insanlara çabuk güvenecek biri isen, gözden kaştan anlamıyor isen. O zaman ise 10 yıllık, 5 yıllık arkadaşların yanındadır. Çünkü onlar artık seni bilirler, sen ne olursan ol sana alışmışlardır. Özelliklerini değiştirmeni ve ya özelliklerin yüzünden seni bırakmak gibi düşünceleri yoktur onların. Onlar kızarlar sana ama annen baban, ailen gibi seni yinede bırakmazlar (eğer birini öldürmediyseniz tabi orasını bilemem…). Seni karşılıksız severler nasıl sen onları öyle seviyorsan.

Ve onlar seninle küsken bile iyiliğini isterler, onlar koruyucu meleklerdir. Seni diğer şeytanlardan, sana garezi olan insanlardan koruyacak olan melekler. Herkese en az 2 tane gereklidir. Biri sol omzunda biri sağ omzunda olacak şekilde yada senin biri yorulunca diğerinin omzuna yatacağın seni sakinleştireceği şekilde. (Ece’m, Betül’üm ve Akaşa’m için…)

15 Mart 2013 Cuma

C’EST MON ANNIVERSAIRE BITCH



16 Mart 1997
Doğdun, doğdu, doğdular… Hayır!  Ben doğdum.
   
 O kadar boş bir insancığım ki bunla alakalı yazı bile yazıyorum. Yanlış anlamayın hala 17'ime girmekten dolayı memnun değilim. Ama işte ne yapacaksın... Doğum günü gelmiş, hediye de gelmiş ve sadece bana ait olan bir gün… 
    
O zaman geldiği için mutlu olabiliriz herhalde? Hala fikirlerim değişmiş değil, hala 16 yaş olan sınırda kalıp küçücük bir çocuk olmak istiyorum. Hani 32 diş gülümsemeye çalışan ama saysan 14 dişi anca olan çocuklar. Hani hayatla alakalı hiçbir kötü özellik bilmeyen, açlık ve savaşı yeni öğrenen, insanları masallardaki karakterler gibi sanan…

Not: bu sene de çocuk gibi davranıp, hoplayıp zıplamaya devam edeceğim



Güz rüzgarları


Hayatta ne hayaller kurar, ne hikayeler yazarız. Ve bir gün soğuk bir rüzgar çarpar yüzümüze bütün her şeyi bir çırpıda yıkar. Oysaki hayallerimizde rüyalarımızla bağlantılı olan bir dünya kurmuştuk. Herkesin mutlu ve bizim istediğimiz gibi davrandığı, sevmediklerimizin ise cadı kazanlarında yakıldığı.

O güz rüzgarları esmeye başlayınca ne yapacağını bilemezsin aynı “İnception” filminde rüyaların içinde kalması gibi eşinin. Bir süre sonra o kadar o hayalinin içinde kalırsın ki, insanlar ne kadar itiraz etse de, gerçek dünyanın hayallerinde ki dünya olduğuna inandırmışsındır sen kendini. Filmden daha çok bahsedemeyeceğim çünkü hala kafamın alamadığı yerleri var… Ama bir gün sen yokluğa düşersin. Hayatını bahismiş gibi üstüne yatırdığın, varlığından, kendinden daha çok inandıkların bir çırpıda yok olur. Kendinde ne gerçek hayatını ilerletecek ne de yeni hayaller kuracak güç bulursun. Bu yüzden sende gider eski hayallerini üst üste koymaya, yapıştırmaya çalışırsın. O bir süre dikilir güneşe, yağmura karşı. Çatlakları vardır ama karşı gelir her şeye. Peki ya sonbaharda? O rüzgarlar eskisi gibi değildir gittikçe üstüne doğru gelir hayallerinin. Artık rüzgar değil fırtınadır onlar ve hayallerin dayanamaz buna yine yıkılır parça parça.   

O zaman geldiğinde, gerçekler yüzüne tokat gibi çarptığında, bırakacaksın hayallerini ellerinden. Bırakacaksın ki en acı verici şekilde kendin gör yere nasıl düşüp kırıldıklarını. Ve o zaman canın acıyacak, titretecek kalbini o hayaller ve Belkide gözünden bir damla yaş düşecek kalbine, acısını azaltmak için. Lakin, yapılacak hiçbir şey bu acıyı dindirmeyecek.

 Artık acı onların yere düşüş sahnesi olacak. Gözünün önüne gelecekler, uzunca bir zamanda ayrılmayacaklar. Bazen kulağında kulaklık hüzünlü şarkılarla yastığın ıslak uyuyacaksın.

 Ama nasıl her geceden sonra ufukta güneş açıyor ise, bu sancılı kış dönemi de geçecek elbet. Hem de seni olgunlaştırarak geçecek. Sana ders vermiş olacak, artık daha tedbirli olacaksın, önün bahar olsa bile sen o dönemleri hatırlayıp daha dikkatli davranacaksın. Bu sayede küçük cemreler seni asla üzemeyecek. Sonrası mı? Sonrası zaten güneş. Yeni hayallerin ellerinde…
16.02.13 cumartesi


9 Mart 2013 Cumartesi

İltifat mı duydum?

Mutluluk kadar güzel başka bir şey varsa o da iltifat almış olmaktır bence. Zaten ikisi de sonunda mutluluk demektir. İltifat duymayı kim sevmez? Kim beğenilmeyi , (her yönden soruyorum) hem fiziksel hem de manevi özellikler olarak kim sevmez ki?

İltifat duymak kadar iltifat etmek de beni mutlu eder. Tabi iltifat etmek herkese göre bir iş değildir, öyle herkesin harcı değil anlayacağınız… Çünkü birine içten iltifat etmek için hem o insana karşı nefret duygusu beslememelisin hem de kendini her şekilde sevmeli, mutlu olmalısın. Yoksa ağzından çıkan sözün önemi yok. Ağızdan ne çıkarsa çıksın, biz ne kadar ağzımızı zorlasak da güzel konuşmaya, gözlerimize hakim olamayız. Onlar kalbin aynasıdır, ve kalbin ne düşünürse onu belli eder. Sen “bu elbiseyle çok güzel olmuşsun tatlım” diyebilirsin, hem de sonuna bir ek koyup ortamı daha “cici” hale getirmeye, daha “ben sana iyi davranıyorum seni seviyorum” a getirebilirsin fakat gözlerin “bacaklarını kırarım yavşak” derken hiç kimse sana inanmaz, güvenmez.

Bir de bazı insanlar vardır –sağ olsun Allah’a- daha o kadar çok karşıma çıkmayan. Onlar seni önemsiyormuş gibi gözüküp sana eleştiri, üzüntü verir. Kendini sevmemeni ister resmen. Hep sende bir kusur bulurlar. Sende vah saf kızcağız üzülürsün, birde bir laf edemezsin onlara karşı çünkü “vah vah öleceksin bak şöyle olmuş şurana” tarzı konuşurlar. Tabi bende susarım ne diyebilirim ki? Daha da önemlisi ne zaman onlara bir şey dedim ki şimdi diyeyim? Anlayacağın o kadar içten laf sokuştururlar ki hem çok iyi kız dedirir hem de şöyle götte küçük bir sızı bırakır.

Ama yinede iltifat kadar güzel bir olay yok! Su yerine iltifat ile yaşayabileceğimi düşünüyorum. Ne kadar kendinize güveniniz tam olsa da ne kadar bunu okuyup homurdanan olsa da herkes iltifata karşı yenik düşer. Kimse o kendiyle alakalı güzel özellikten bahsedilince gülümsemeyi kesemez. Ve iltifat etmek zor bir şey değil nede olsa dünyadaki açlığı bitirip savaşları sonlandırmanı istemedik senden. Az bir ağzını açıp o kişide gördüğün güzel özellikleri söyleyeceksin yani. Bu belki dünyayı kurtarmaz ama iltifat ettiğin kişinin gününün daha güzel geçmesine ve kendine güvenin gelmesini sağlar. Ama gözlerinle iltifat edemeyeceksen eğer, hiç boşuna ağzımı yorayım deme…


8 Mart 2013 Cuma

Kustuğuma sevindim


Bugün 8 Mart. Bunu okuyan bütün hemcinslerimin Kadınlar Gününü kutlarım. Ben kutlasam da, “Twitter”da ne kadar “hashtag”ler olsa da isterseniz dünya sıralamasına girse de Türkiye’de kadınlar gününü kutlamak çok da mantıklı gelmiyor. Herkesin değindiği konular bunlar ama doğru, “ah kadınlar” deyip de onları dövmek, onlara tecavüz etmek, kendi karını öldürmek? Bunu kim, neden yapar?

Yine bu düşünceler içinde geçen bir 8 Mart’tı bugün benim için. Tek farkı bugün matematik sınavının ortasında her yerimin kusmuk olmasıydı. Her midem bulandığında “Acaba nasıl kussam çöp kutusuyla sınıfın dışına mı çıksam?” diye kafamdan geçen planlar teker teker suya yada kusmuğa düştüler. Meğerse o kadar ani bir olaymış ki, ben daha çöp kutusuna ulaşamadan ayakkabıma kadar kusmuk içine girdim(bunu yazmak ta, okumak ta ne kadar iğrendirici olsa da yazmaya devam!). Herhalde matematik hocam soruların ne kadar berbat olduğunu anlamıştır…

Burada ki olay ne kusmam ne de bugün olmuş olması. Ben kustuğum zaman çok üzüldüm, “İnsanların dikkatini dağıttım, iğrendirdim” diye düşünmeden edemedim. Ama her şey geçtikten-böğürmeyi bıraktıktan- sonra sınıfa girdiğimde, bütün arkadaşlarım iyi olup olmadığımı sordular, hava almamı, su içmemi istediler. Benle bebemişim gibi ilgilendiler, her saniye iyi olup olmadığımı, yemek yemem gerektiğini söylediler. “Kusmak” eylemi ne kadar küçük, kolay ve geçici olsa da, benim için –bu kadar küçük bir olayda- endişelenen bir sürü yüz gördüm.

 Kusmuş olmanın tabi ki güzel bir yanı olamaz ama ben her olayda olduğu ve olacağı gibi “iyi” bir şey olduğunu biliyorum. Kusmam sayesinde, böyle bir olayda endişelenen insanlar görmüş olmam, bir gün geldiğinde hasta olup yataklara düştüğümde de bu insanları göreceğim anlamına gelir bence, yada yalnız ölmeyeceğime.

Bugün benle ilgilenmiş, benim için endişelenmiş bütün meleklerim, iyi ki hepiniz varsınız. Hep hayatımda olmanız isteğiyle…   

4 Mart 2013 Pazartesi

Kankam Peter


Peter Panin hikayesini herkes bilir. Munzur, hep bir kovalamaca, oyun içerisinde olan beni hep hayretlere düşüren çocuk. Hayretlere düşürüyor çünkü uçuyor. Uçmaktan daha güzel süper özellik mi var?

Küçükken hiç Peter’i düşünüp kafa yormamıştım. Peter’dan daha çok ben hep peri tozunu, Tİnkerbell’i yada Wendy’i düşünmüşümdür. Tinkerbell kıskançtı benim için, Wendy ise anaç ruhlu, hemen anne olmak isteyen bir kızdı. Hikayenin sonunda Wendy geri dönüyordu. Büyümek, anne olmak istiyordu. İdealleri vardı, hayalleri büyümek üzerineydi ne kadar çocuk olmayı sevsede. Hikayenin sonunda Peter’e kızardım Wendy’i tek başına gönderdiği, kendiside onla gitmediği için. Ama şimdi düşününce boşu boşuna kızmışım gibi geliyor. Asıl Wendy neden büyümek istiyordu ki? Neden anne olmak, büyümek onun için bu kadar önemliydi? Keşke o Peter’ la beraber adada kalsaydı. Beraber bulutların üstünde atlar zıplar, yetim çocuklara annelik babalık yaparlardı.  
Peter ise halinden çok memnundu. O büyümemeyi seviyordu. Oyunlar oynamayı, kılıç sallamayı seviyordu. Onun için büyümek iyi bir şey değildi. Bu yaşlanmaktı. Büyüdükçe neşesinin kaybolacağını düşünüyordu belki de. Hiçbir sorumluluğu yoktu o adada, ne ders çalışıyordu, ne de maaşlı bir işte çalışacaktı.

Bende Peter gibi düşünüyorum. Yakında doğum günüm var. 16ya girmiş olacağımın anlamı bu. Tam 15 sene yaşamış olup artık çocukluk dönemimin bitmiş olacağı gün. 16 rakamından mı korkuyorum bilmiyorum ama ilk kez doğum günüm yaklaştığı için kendimi havalarda hissetmiyorum. Ve ilk kez ne hediye isteyeyim telaşına girmiyorum. Çünkü o gün olmasın ben sanki hala 15 yaşımın içinde olayım istiyorum. Hala etrafta deli gibi hoplayıp daha da hoplamaya enerjisi olan bir çocuk olmak istiyorum.

Yüzümdeki masum gülümsemenin yerini ifadesiz bir suratın almasını istemiyorum. Eve yorgun gelip uyumak, mutsuz olmak, sorumluluk almak istemiyorum. Bunun içinde ne kadar boyum uzasa da, yıllar geçse de çocukken yapabildiğim şeyleri yapmak, mutluluklarıma bağlı kalmak istiyorum. Bende içimde Peter’in yaşadıklarını yaşıyorum. Belki büyümem gerekebilir, Belki de daha olgun davranmalıyım ama hayır ben onları yapmak istemiyorum.
Bir gün zamanı gelecek ve ben fark etmeden zaten büyüyeceğim. Susup oturacağım bir köşede ve büyüdüğümü kabul edeceğim belki, ama kalbimdeki adada hala pamuk şeker niyetine bulut yiyip, korsanlarla eğlenmeye devam edeceğim. Peter adasında nasıl uçuyorsa bende hayallerden hayallere uçmaya devam edecek, gerçek dünyaya iniş yapmayı reddedeceğim.
 Var mı başka Peter?  
3.Mart.2013


3 Mart 2013 Pazar

Maske


Herkesin maskeleri vardır arkalarına saklandıkları…

Bu maskeler sayesinde kan kussak da gülümseriz. Onlar bizim kaçış yollarımız, B planlarımızdır. Ne zamanki hayata biraz ara verip dikkat çekmek istemesek takarız yüzümüze o maskeleri ve aynadakiyle baş başa kalırız. Bunu bazen yapmak zorunda oluruz çünkü ne zaman sen yalnız kalmak, kafanı dinlemek istesen ve üzülsen seni seven insanlar, yada “seviyor” maskesi takan insanlar başına üşüşür. Bunda hiçbir art niyet yoktur ama sen o sırada sadece etrafa bağırıp içindeki senle dertleşmek, düşüncelerini toplamak, belki de kendini “update” etmek istersin. Sevenlerin yanına gelince problem bitmiş gibi davranırsın kalbini biraz açtıktan sonra kilitlersin kapısını, maskeni takar yine etrafa mutluluk saçarsın. Hoplarsın, zıplarsın. Herkesi çok seviyor görünürsün, hayattan mutlu görünürsün ama makyajını çıkarıp her aynaya bakışında gittikçe kendinden soğur, gülümsemeyi unuttuğunu fark edersin. Halbuki iki saniye önce kahkahalar atıyordun?

Bu maskeler insanlara neler yaptırır… Sevdiğini söylersin sevgiline gece başkalarının hayalleriyle uyuklarken. Bunu yaparsın çünkü hem gerçeği kabul etmek zor gelir hem de karşındakine gerçekleri söylemek zor gelir. Ama hiç fark etmezsin ki o maske gün geçtikçe daha da ağırlaşır, sırtına kocaman bir yük olur, yalanlarla dolu bir bohça olur sırtında, sen etrafta gülerken. Ve kimsede senle onu taşımaz, taşımana yardım etmez. Tek başına taşırsın dünyanın yükünü. 

Halbuki o maskeyi yüzünden çıkarsan, belki insanlar sana yalancı diyecekler yalanların ortaya çıktığı için ama sıfırlanmış olacaksın, yükünü yol kenarına bırakacak ve yola maskesiz, gerçek yüzünle devam edeceksin. Ve o zaman rahatlayacaksın çünkü sen bileceksin ki maskelere karşı gelmişsindir. Herkes maskesinin arkasına saklanırken sen gerçeklerle yüzleşmişsindir. Gerçekler eskisi gibi yüzüne soğuk bir su gibi sertçe vuramayacak, gittikçe yumuşayacak ve hızlıca hayatının içinde yok olacaktır. Şimdi maskeni çıkarıp yüzüne soğuk bir su çarp. Aynadakiyle yüzleş…    Şubat 2013


2 Mart 2013 Cumartesi

Yanlış yol bacım


Haftalarca kalbine adını kazıdığın kişileri gün gelir kalbinden yine kazıyarak çıkartman gerekir. Bunu yapmak ne kadar zor olsa da artık senin için bir zorunluluktur. Bu sana çok acı verir, nede olsa kalbinden bir parça yani. Ama yapacaksın! Yapmazsan eğer o daha çok sızlatacak kalbini, daha çok acı verecek. Hep bunlar denir hepte doğrulardır ama biz hiçbir zaman dikkate almayız. Mesela; hemen her şeyini anlatma, dostun deme. Dost sen ona dost dedikten sonra candır baldır, kuzu çevirmedir. Ama gerçek yüzünü gördüğünde, seni dizlerinin üstünde kıvranırken bıraktığında anlarsın dost mu değil mi. Zaten dost olsa senin elinden tutar sırtını sıvazlar kaldırır yine iki ayağının üstüne, gidip de yerde duran arkadaşına iki tanede kendisi geçirmez. 

Ama daha genciz hayattan öğreneceğimiz çok şey var. Her insan farklıdır, herkes farklı tarihlerde doğmuş farklı sürümler. Hepside birbirinden özel veya kalleş. Ancak insanlarla tanışıp yerlerde sürünüp birde ondan bundan tekme yiyerek anlayacağız demek ki biz.

Şimdi benim neden yazdığımı daha iyi anlamışsınızdır, ben buraya bir eser çıksın diye değil içimdekileri kelimelere dökmek, ahlamalar inlemeler yerine birde kelimelerimle ağlamak, derdimi anlatmak için yazıyorum. Düşünceme göre psikopatın tekiyim. Tek açıklamam bu olabilir mızmız, derdi bitmeyen bir varlığım ben. Ben ne kadar daha mutlu, daha iyi olmaya çalışsam da hep işler daha boka sarar. Herhalde çok fena beddua yemişim tek açıklaması bu olabilir. İşin absürt yanı ise hep bana benzemeyen, beni üzecek kişiler buluyorum. Artık o kadar çok kişiden dolayı üzülüyor ki insan, acaba bu da mı çürük elma buda mı beni çok üzecek diyorsun içinden sessizce ama, ama! O sesi hiç dinler mi benim gibi duygusal muhteşem bir dünya, hayat hayali kuran bir balık burcu? Tabi ki de, hayır. Ben bu zamana kadar kimi dinlemişim de kendimi dinleyeceğim… Yine üzülmeyi bekliyorsun yavaşça.

 Ama işin daha garip yanı biri senden uzaklaşırken yanındakine soruyorsun “sorunum ne? Neyi yanlış yapıyorum ben, söyle düzelteyim” oda sana senin böyle muhteşem olduğunu aptalca düşünmemeni söylüyor. İddia ya girelim mi bakalım o bana daha ne kadar dayanacak?

Hayat bazen öyle bir geçirir ki artık gülmek istemezsin etrafındakiler senin çocukluğunu bilenler senin eski halini ister, gülümseyişlerinden bahseder durur. Sen ise sadece sırıtır susarsın, konuşsan kelimeler cümle olamaz çünkü, çünkü artık sen o 9-10 yaşındaki çocuk değilsindir aslında sen ne 10 yaşı sen geçen ayki sen bile değilsin. Düşüncelerin, fikirlerin, görüşlerin moda anlayışın ve dünyaya bakışın… hepsi, hepsi değişmiştir artık. Seni küçüklüğünden tanımış olan ve hiç değişmeyen kaya gibi yerinde duranlar ise, buna alışamaz. dayanamazlar bu değişikliğe çünkü sen denizdeki dalgasın dır hep onun etrafında gelip giden, o ise kayadır senin enerji'ne alışık olan. Ama artık sen başka denizlere başka kayalara vurarsın ahını da neşeni de, sen artık içinde başka yosunlar taşırsın. Kayanın alışık olmadığı türlerden.

Ve sen kayadan da uzaklaşırsın artık. Hem kayadan hem de bazı limanlardan. Ama dediğim gibi sen eski çocuk değilsin, hayat geçtikçe yüzündeki o 32 dişli gülümseme teker, teker azalır. Artık ne ön dişlerin gözükür olur nede yanaklarındaki çizgiler. Artık gülemez olursun. Eskiden güldüklerin artık seni güldüremez olur. Artık hayattan daha az zevk alırsın çünkü hayat sana hep zorluk çıkarmıştır. Belkide sen hep yanlış yolları seçmişsindir(?). Şubat başı



28 Şubat 2013 Perşembe

Geri dönüş 2



Şu an tek düşünebildiğim şey; “Birisi doğruyu söylesin yakında ölecek miyim? Bu yüzden mi insanlar iyi davranıyor?”

Hohohohohoho ne hissettiğimi bilmiyorum, bilemiyorum, anlamakta güçlük, hatta kıtlık çekiyorum. Hayaller, düşünceler, beklentiler… Hepsi! Yavaşça gerçekleşiyor mu? Kabuslar, karabasanlar peşimi gerçekten bırakıyorlar mı?
Daha dün ne yediğini hatırlayamayan öküz Aysenur’un yine umutlarını kestiği, tamamen boşluğa(Evren’e “SİZİ BIRAKIYORUM UÇUN UÇ UÇ BÖCÜKLERİM İYİ DÜŞÜNCELERİM dediği) beklentilerini bıraktığı bir günün üstünden neredeyse bir 3 hafta geçti.

Her şey “eh-iyi-bok-normal-hayat-bigün ölcez knk-mutluluk” kıvamındaydı. Kabul etmeden geçemem beni mutlu eden, güldüren, sevindiren ve yanımda olan bir topluluğu gördüm. Kötü gün dostu denen olayı anladım. Yapılacaklar listemde bir tane daha “check” atabilirim… Hayattan daha küçük şeyler beklemeyi, silkinmeyi, hayata devam etmeyi, değerli maddeleri, hayatımın “valeur” lerini kavradım. Birazcııık da olsa yani. Hala mallığımdan bir ödün vermiş değilim açıkçası…  Ve olan her şey de bana bir ders oldu. Her zaman ki gibi kolay yoldan değil üzüldüğüm yoldan aldım dersimi. Ama sonuçta kabuslar gördüğüm geceler bitti. Galiba. Bilmiyorum. Nys. 

Dertler, tasalar, küslükler, olaylar bir anda bitti, sırtımdan yere atıldılar. Bir rahatlama oldu, sakinleştim. Dün nasıl mutluysam bugünde mutluyum en azından sakinleştim. İçimdeki durulmayan fırtınalı denizler şimdi bardaktaki bir su damlası kadar  durgun ve ufku görebilecek kadar saydam. Gezmeye çıkıyorum. Yeni denizlere, yeni sahillere, fırtınasız güzel günlere. Ve yeni beyaz bir sayfaya…     28.02.13 perşembe


Burnumun ucu


Mutluluk.
Vücudumuzun hormonlar salgıladığı, normalde zıplayamayacağımız kadar yükseklere zıplattığı, kalbimizin son vites hızda çarpmasını sağlayan duygu. Anlayacağınız hayatta tadılabilecek en güzel duygu .
           
    Hep hayattan bir şeyler isteriz. Araba olur, para olur, ev olur, aile, eş, çocuk olur. Bunları isteriz çünkü “hayat” dediğimiz bu,  70-80 hadi bilemedin 90 yıllık süreçte olmasını istediğimiz planlarımız vardır. Sırayla da onları gerçekleştirmek isteriz. İsteriz çünkü kafamıza sanki doğumda işlenmiş gibi, sürümümüzde bir virüs gibi şu düşünce vardır kafalarda:”bunlara sahip olursam ben mutlu olurum” . Bizde bunun için yıllarımızı harcarız. Birimiz kariyer der, profesör olana kadar didinir hayatın güzel esintilerini kaçırır. Başka birisi ise bu planlarını çok çabuk gerçekleştirir ve mutluluğu kısa sürünce gözünün önündeki mutluluğu riskli işlerde arar.

  Bana göre ise mutluluk burnumuzun dibinde! Alay etmiyorum, belkide mutluluk gerçekten burnumuzun dibinde. Hani iki gözümüzde açıkken göremediğimiz burun ucumuz misali. Ama tek göz ile baktığımızda orada olan şey, nasıl iki göz ile bakıldığında ortadan kaybolur? Bunu beynimizin yaptığını okumuştum. Belki de mutluluk da iki gözle hızlıca bakılmaması gereken bir duygudur. Arada bir gözümüzü kapatıp hayatta yavaşlamamız gerekiyordur ve o an yavaşladığımızda, mutluluğu yine hissedeceğizdir. Ve beynimizde hayatta yeniden hızlandığımızda, hayatın tadını çıkararak yaşamak yerine koşturmayı seçtiğimiz zaman bize oyun oynayacaktır. Mutluluğu yine saklayacaktır .

  Anlık mutluluk kavramı ile sonsuz mutluluk kavramını ben hep yanlış anlamışım dedim bunları yazarken. Planlarımızı gerçekleştirince oluşan mutluluklar sonsuz mutluluk değildir bence onlar en fazla bir gün sürecek  mutluluklardır ve bir gün hafızamızdan silinip değersiz olacaklardır. Ama hiç beklenmedik olaylar ve arkadaşlarla geçirilen bir gece, komik şakalaşmalar bunlar ise tam aksine anlık değil sonsuza dek süren mutluluklar. Çünkü o an her bir fotoğrafa baktığında ya da her birini düşündüğünde yine yüzünü güldürecek ve seni yine mutlu edecektir. Planlarımı gerçekleştirip mutlu olacağım  derken, hayattan zevk almayı unutup göçenler ne nicedir…
Bende onlardan biriydim. Ben hep mutlu olmayı bekledim. Mutlu olmak içinde nedenlerim vardı. Ve asıl unuttuğum şey ise olanları gerçekleştirene kadar, onları yapmaya çalışırken mutlu olduğum oldu. Ne zaman hayallerim gerçekleşti “yapılacaklar liste”mden bir tane daha plan silindi o zaman mutluluk yine  saklandı burnumun ucuna .


  
  Ve ben şimdi yine hayaller peşinde koşuyorum yavaş yavaş . Hızımı alarak ilerliyorum hayatta . Tat alarak , gözlerim kapalı gidiyorum hayatta... :)

27 Şubat 2013 Çarşamba

Yan karakter


Bana muhteşem hikayeler anlatıldı. İster bir fabl olsun isterseniz de gerçek hayattan öyküler. Bu hikayelerde ortak mutluluklar vardı. Mesela her zaman yanımızda olan aileden olan dostlar. Birlikte güldüğün, sabaha kadar konuştuğun, üzüldüğünde yanında olacak, seni bütün kötü yaratıklardan koruyacak, elinden tutacak dostlar…

Küçüktün oyuncağını paylaştın arkadaşın oldu. Aynı ayakkabıları giyiyordunuz en sevdiğin arkadaşın oldu. Sen büyüdükçe arkadaşlık kavramınla beraber kalbinde büyüdü. “Arkadaş” yerine “Dost” dedin. Ona kalbini açtın, hatta kalbini onun ellerine verdin. O seninle büyümüştü. Her şeyini, her hareketini, ne yapacağını senden daha iyi biliyordu. Seni tanımıştı ve artık kalbinin içindeydi. En derinlerinde o vardı. O ve arkadaşlığınız, onla olan bağınız vardı. Artık onun yanında nasıl davrandığının, ne giydiğinin hiçbir önemi yoktu. 

Kavga etseniz bile birbirinizi küsemeyecek kadar seviyordunuz. Ve o neler yaparsa yapsın onu kaybedeceğini, onu bırakıp gideceğini asla düşünmezdin. Düşünemezdin ki o senin içindeydi, kalbinden bir parçayı nasıl fırlatıp atacaktın? Onla olduğun her saniye bu inancın daha da güçlendi. Onu asla bırakamazdın. Belki ona hislerini hiç açıklamadın, onla alakalı ne düşündüğünü hiç söylemedin, onun senin için ne kadar önemli olduğunu. Ama onla her birbirinize bakıp gülmeye başlamalarınız…

Bunlar zaten her şeyi açıklıyordu. Ve o nasıl sana yakınsa sende ona yakındın. Annesi seninde annendi, gıcık kardeşleri seninde küçük düşmanlarındı. Evine ona sormadan girip, ondan ödünç aldığın kıyafetler artık senin oluyordu. Bazen pantolon’unu sana veriyordu sende ona babetini. Aynı şarkıları söylüyordun her Cuma beraber sabahlıyordun. Haklıda olsa haksızda olsa onun yanındaydın.

Ve bir gün, o, bu koca paragrafta anlattığım, sıkılmayacağını bilsem daha da çok anlatacağım kişi artık yok oluyor. Ne mesaj atabiliyorsun, ne de yüzünü görebiliyorsun. Belki benle konuşmayacak diye arayamıyorsun. Kalbimden atamam dediğin kişi seni, kendi kalbinden atıyor. Ve senden de kendi kalbini parçalamanı istiyor. Artık eve gelip saatlerce konuşacağın birisi yok. Sana akıl verecek, beraber sarılıp uyuyacağın birisi hayatında yok! Muhteşem hikayendeki mutluluk veren kısımlar siliniyor, hep elinden tutacak yan karakteri yazar siliyor hikayeden. Artık tek başınasın.

İlk başta bunun bir şaka olduğunu düşünüyorsun belki de benle dalga geçiyordur birazdan arayıp “şaka yaptım aptal” diyecektir diye bekliyorsun. Birkaç gün geçiyor hala arayıp bunun bir şaka olduğunu söylemiyor. Şok etkisi yaşıyorsun. o muhteşem hikayede mevsimler artık yaz değil, sonunda güz rüzgarları başlıyor, gerçekler yüzüne çarpmaya başlıyor. Birkaç gününü de onsuz da yaşayacağını düşünerek harcıyorsun. Ondan sonrası karanlık. Hayat devam ediyor, ondan umudunu kesmiyorsun ama başka insanlara tutunarak geçiniyorsun. Devamında ne olacak bilmiyorum. Bu sonunu bilmediğim bilsem de kabul etmediğim bir hikaye. Yazarın bunu değiştirmesini ne kadar istesem de dua etmekten başka yapacak hiçbir şey yok.

Peki, ne olacak olursa olsun, baş karakter, drama kraliçesi,bu arkadaşını maziye gömüp onun kalbinin derinliklerinde mi saklayacak yoksa arkadaşının peşinden mi koşacak? Yola arkadaşını bırakarak tek başına mı devam edecek? Yoksa yeni maceralara atılıp onu mutlu edecek kalbinin yaralarını saracak yeni birini mi bulacak? Ne olacak olursa olsun yazar her şekilde bu karakteri güldürecek buna eminim.

*Ocak ayı en yakınım dediğim arkadaşımla ilişkim bittiğinde*